Son Dakika
İstanbul Ajansı’ndan M Taha İnci, İstanbul Ticaret ÜHF Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Hatemî’yle İstanbul’u konuştukları röportaj gerçekleştirdi.
İstanbul Ticaret ÜHF Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüseyin Hatemî’yle İstanbul’u konuştuk. O anlattı biz dinledik. Meğer İstanbul’un ne güzellikleri gizliymiş. Çıkardı ve sundu bizlere. Hatem’i hocanın o engin görüşleri ve güzel konuşmasından işte yaptığımız röportaj.
1.) İstanbul’u hayatında hiç görmemiş birine İstanbul’a dair ilk neyi anlatırsınız?
Hayatında İstanbul’u görmemiş birine ilk önce İstanbul’un özel konumundan bahsederim. Boğaziçi’nin asıl yerinden bahsederim. “Altın boynuz” diye Bizans zamanında nitelenen şimdi de bazen İstanbul’u tanıyan Avrupalıların bahsettiği o Beyoğlu’yla, asıl İstanbul’u ayıran Haliç’ten ve gene eskiden İstanbul diye adlandırılmayan ama şimdi İstanbul içinde, “İstanbul” olarak sayılan Üsküdar tarafından, şehrin git gide genişlediği ama bilhassa işte o tarihi yarımada denen bölümünde tarihi eserlerden, Osmanlı zamanı eserlerinden ve bilhassa Ayasofya’dan, Bizans devrinde de işte bunlardan bahsederim; İstanbul’un görünmesi gereken bir şehir olduğunu söylerim. Eğer Dini bakımdan inançlı olan birisi ise “İstanbul benim kanaatimce Kur’an’ı Kerimdeki ‘Meracal Bahreyn’dir” derim. “Hızır ve Musa Yuşa tepesinde görüşmüşlerdir” derim ve Yuşa tepesinde ilk buluşmuşlarıdır. Musa’nın yanında Yuşa Peygamber de vardı, sonra bir gemiyle, İstanbul tarafına geçerek bugün Ayasofya’nın bulunduğu yere sahilden tırmandıklarını, orada erenlere ait küçük bir balıkçı köyü gibi köy bulunduğunu; ama o zamanki Beykoz tarafında olduğunu anlatırım. Fenikelilerin bir yerleşim yeri vardı orada, Fikirtepesinde de Hititleri, karşı sahilde yerleşim yeri gelişmişti. Hititlerin ve Fenikelilerin Sami’leri birer yerleşim yeri vardı, Yüşa tepesinin üzerinde bir mabetleri vardı. İşte bunları anlatırım. Sonra erenler şehre hâkim oldu. Boğazın Nur geçidi, “Nur Boğazı” anlamındaki kelimeyi, Yunancayı “Fosforus” diye çevirdikten sonra Politeizmin (Çoktanrıcılık) etkisiyle bir inek geçidine döndüğünü yani “Fosforus” olduğunu… şu halde Musa’nın ziyaret ettiği bu şehirde, tepede “Yuşa Kabri” diye adlandırılan kabrin de Bizans devrine ait İslam tarihi bakımından önemli bir şahsiyete ait olduğunu ve ondan önce de Bizans devrinde İslam’ın ilk yüzyılında Hz Hâlid ibni Zeyd’in buraya gelip Hz Peygamberin ve Hz Ali’nin emriyle (yoksa Yezid ordusunda değil) buraya gelip küçük bir kulübede münzevi bir hayat sürdüğünü ve orada defnedildiğini ve Bizanslıların da bunu bir aziz gibi ziyaret ettiklerini ama fetih sırasında düşmanlık hisleri doğduğu için kabri düzledikleri (kaybettirdiklerini) sonra Akşamsettin‘in ve Fatih’in o kabri yeniden keşfettiklerini, ama Bizanslar zamanında da ziyaret edilen bir yer olduğunu anlatırım. Hatta “Ayvansaray” isminin Eyyûbe’l Ensarî’nin o zaman erenlerin söyleyişiyle “Ayavel Ansari” şeklinde, sonra da İstanbul fethedildikten sonra da Bizanslıların “Ayavel Ansari” dediği yeri “Ayvansaray, Eyvansaray” adının verildiğine dair görüşler olduğunu söylerim. Şehîd-i Sânî’nin kabrinin burada olduğunu, birçok evliya tanınan Melami’lerin kabirlerinden bahsederim.
2.) İstanbul’u ilk defa ziyaret eden birini çıkartacağınız bir günlük İstanbul turunun olmazsa olmazları nelerdir?
Bir kere Ayasofya şehrin olmazsa olmazıdır. Bir de umumiyetle turistin cinsine göre, tabii turistlerin çoğu ikinci olarak da Kapalıçarşı’ya gitmek isterler. Ama Ayasofya’ya giden bir Osmanlı devri eseri görmek için, Sultanahmet Camii’ne de gitmelidir. Blue mosque, Mavi Camii’ye de gitmelidir. Ondan sonra da daha fazla vakti varsa tabii, Sinan’ın Süleymaniye’sine onu getirmek lazım. Bir gün kalacaksa bu kadarı da yeter. Yorulmasın. Ayasofya’ya, Sultanahmet’e, oradan da Kapalıçarşı’ya sonra da bir yerde yemek yedirip oteline bırakabiliriz.
3.) İstanbul’un en önemli mimari yapısı sizce hangisi?
Ayasofya’dır. Dünyaca meşhur olan…
4.) Son 10 yıla baktığınızda İstanbul’da en büyük değişimin hangi konuda yaşandığını söyleyebilirsiniz?
Binaların görünümünde bazı durumların iyiye doğru bir gelişim halinde olduğunu görüyorum. İstanbul siz yaşamadığınız, daha dünyaya gelmediğiniz bir devirde maalesef çok kötü bir görünüme bürünmüştü. Ben 1970’li yılları hatırlıyorum, o Kıbrıs çıkartmasından sonraki yılları; git gide İstanbul, çok acayip görünüşlü harap bir manzara almak üzereydi. Bir taraftan da anarşinin etkisiyle terör olaylarının, sokakta iki grubun devamlı birbirlerini intikam kastıyla öldürdüğü, Başbakan olan o sırada Demirel’in deyimiyle, “70 sente muhtaç olduğumuz o günler”, İstanbul’un çok kötü görünümlü günleriydi. Ama şimdi onlar kalmadı; şimdi binalar restore edildiği için, turistlere daha rahat gösterebiliyor, gezdirebiliyoruz. Ayasofya’nın içi de tamir edildi. Ben bir turistten hatırlıyorum; bir İranlı Profesör, burada bir anayasa konferansı olmuştu oraya gelmişti. O konferansın son günü bunları aldık, ayrıca biz de katıldık, Ayasofya’ya gittik. Ben Profesörle konuşurken “Sultanahmet Camii de güzel ama bana tesir eden Ayasofya’nın o mozaikleri oldu” dedi. Hakikaten tamir edilmesi de ustalıkla olmuş, çok güzel görünüyor içi, görünüşü…
5.) İstanbul’da iyiye ve kötüye giden şeyler nelerdir, ne diyebilirsiniz bu konuda?
Tabii iyiye doğru gelişmeler var ama bir de kötü şehirleşme gene tamamen önlenmiş değil; biraz Suudi Arabistan’ın tesiri altında mı kaldık bilmiyorum? Orada da AVM merakı, otel merakı çoğaldı. Şu halde her yerde AVM yapılmaya gerek yok. Bir de şehrin insan dokusunu bozmaya gerek yok. İstanbul’un Beyoğlu tarafında birçok semtlerini insanlarından arıtıp İstanbul’u çok uzak yerlere gönderiyorlar. Orada TOKİ’nin yaptığı küçük konutlara gönderip, sonra da buraları AVM’ye, otele çevirmek doğru değil. Bana kalırsa belki bu konuda Suudi Arabistan’ı değil, Kudüs’ü örnek almak iyi olurdu. Medine’nin alt edildiği, tarihi bakımı tarafından; ben ilk gitmeye başladığım sırada hiç değilse Osmanlı küçük beyaz boyalı vakıf dükkânları, Ebu Zer-i Gıfari caddesi vardı… Şimdi tarihi bir olay anlatılırken eğer Suudi’ler onu da unutturmamışlarsa, Hz Peygamber mesela, Medine Hilton otelinin önünde Ebu Zer’le buluştu, ondan sonra İntercontinental otele gittiler gibi, konuşmamız gerekecek bir hâl aldı. Medine ve Mekke… Ebu Kubeys dağı kalmadı Kâbe’nin etrafında; o da evlerle, yüksek binalarla doldu. Kâbe adeta, hâşâ çukurda kaldı. Yüksek binaların tepesinden aşağı görünen bir şey… Hâlbuki o Kudüs’deki feraset olsaydı, Mekke’de Kâbe’den büyük binaya izin verilmezlerdi. En yüksek bina Kâbe olurdu.
– Suud kralları tavaf ederken de korumaları tarafından etrafına uzun bir engel koyucuyla kimseye değdirilmeden tavaf ediyorlar. Yani o tavaf ruhunu da yaşamıyorlar.
Tavaf ederken, mesela başımız kaldırsak sanki “Yüzüklerin Efendisi” filmindeki gibi o saat kulesini, ışıklar içerisinde görüyoruz. Etraf sanki o “Yüzüklerin Efendisi” filmindeki konumu hatırlatacak… Hiç onlara bakmadan galiba Kâbe’ye gözünü tevcih edip dolaşmak gerek.
6.) İstanbul’da yaşayan biri olarak karşılaştığınız sıkıntılar nelerdir? Çözülmesini istediğiniz en acil sorun nedir?
Sorunlar büyük ölçüde giderildi. Son hükümet zamanında; açıkça söylemek gerekirse mesela, “Marmaray”, ben hiç binmedim ama Marmaray, iyi bir şey oldu. Çünkü git gide İstanbul’un ulaşımı Paris gibi zorlaşıyordu. Belki Tahran, Tokyo gibi… Bir de Türkiye’de, İstanbul’da hiç yapılmaz zannettiğim, Avrupa’da gördüğüm “Metro”; hiç olmazsa İstanbul’un birçok yerine kadar geleceğini tahmin etmedim. Binmedim ama burada Şehzade Camii’nin ötesinde, Veznecilerde İstanbul Üniversitesi’ne gelebilecek mesela Levent’ten daha ilerilerden, durak olması da gene iyi bir şey. İşte o birçok tarihi yerin tamir edilmesi, güzel şeyler ama inşallah içimizdeki Suudileri taklit özentiliğini dizginleyebilsek daha iyi olur.
7.) Sizin İstanbul hakkında bir projeniz olsaydı ne yapmak isterdiniz?
Çevreye çok fazla müdahale ederek bozmamalı. Bunun bizim hesaplayamadığımız müeyyideleri olur. Allah, mesela boğaza paralel bir boğaz isteseydi yapardı. Yani boğaza ikinci bir boğaz ilave edilmesini pek uygun görmüyorum. Orada yaşayan canlıların hakkına da tecavüz gibi görürüm. Kara hayvanların yaşadığı yerlerde beton yığınlarına çevrilmesi… işte bunlara girişilmemesini isterim. Türkiye’nin her tarafına biz kamu hizmetlerini ve güvenliği götürebilirsek, Almanların yaptığı gibi bazı şehirlerin nüfusunu göç dolayısıyla çok arttırırken, biz de böyle yapmayız. Şehirlerin nüfusunda çok da değişiklik olmaz. Her bölgeye kamu hizmeti götürürseniz, neden yerini yurdunu bıraksın da büyük şehirlere akın etsin. Bilhassa Doğu Anadolu ve Güney Doğu’daki huzursuzluk (anarşi) döneminde büyük şehirlerin nüfusu çok arttı. Gecekondulaşmaya yol açtı. Hâlbuki oralarda da çalışma imkânı, huzur imkânları olsa niye gelsinler yerlerini, yurtlarını bırakıp?
Bu son hükümet zamanında değil ama bozulma devam etti nüfus çokluğundan. Mesela; tarihi Osmanlı devri halicini gözümüzde canlandırırsak iki tarafında, ağaçlar içinde zarif köşkler olan bir haliçti. Bizans zamanında da öyleydi. Cumhuriyet zamanında haliç çok ümitsiz vaka olmuştu. Eski Büyükşehir Belediyesi Başkanı Bedrettin Dalan’ın belki de iyilikle anılacağına vesile olacak tek icraatı, tam gözlerinin rengine çeviremese bile “Ben Halici, gözlerimin rengine çevireceğim, mavi bir su yapacağım” dedi. Ve büyük ölçüde Haliç kurtuldu. Geçenlerde Bahariye Mevlevisi’ndeki iftarda dikkat ettim; Haliç taraflarından, Alibeyköy ve ilerisinden tepelere baktığımız zaman da böyle kalabalık değildi. Şimdi her taraftan yeşillikler ağaçlar kalkıp beton binalar dolduruluyor. Fakat diğer taraftan da Haliç’in suyu etrafa koku yayacaktı. Boşalttılar ve temizlediler. Mesela İstanbul’da gene iyi bir gelişim, şehre gelirken Kazlıçeşme görüntüsünün de ortadan kaldırılması oldu. Belki dokunulmasın diye çok şehir efsaneleri üretilmişti; “Buraya dokunulursa, yerleşen sıçan kolonileri şehre yayılır” gibi… Ama böyle bir şey olmadan da idare edildi.
Yakın maziye göre iyi gelişmeler var, kötü gelişmeler de var.
8.) Gelecekte görmek ve yaşamak istediğiniz İstanbul’u bize biraz anlatır mısınız?
Ne kadar gelecek kaldı bilmiyorum. Gelecekte biraz önce söylediğim gibi, mümkün olduğu kadar bu kadarıyla da kalıp bundan sonra da İstanbul’un yeşil alanlarını yok etmeyecek tedbirler alınmalı.
Mesela Büyük Ada..
Şimdi ada, insan unsurunu kaybetti. Doğu’dan gelen kimseler çoğaldı. Tabii istediğin yere gitmek serbest, buna karışmayız ama çok fazla sayıda ve eğitim seviyeleri düşük kimseler gelince yalnız atlar değil; kaplumbağalar, kirpiler de insan zulmünden uzak kalamadı. Bizim oralarda bunların kanı bilmem hangi hastalığa iyi geliyor diyorlar ve oradaki hayvanları katlediyorlar. İttihatçılar da benzeri zulmü köpeklere yaptılar. Yiyecek vermeyerek birbirlerini paralamalarına yol açtılar. Belediyelerin hayvanları koruma kanununa göre bu tarz meselelere çare bulunup, hayvan barınakları yapılmalı. Kısırlaştırma yapılır belki bir ölçüde ama bir doğum yaptıktan sonra yapılması daha insani olur. “Peki biz bütün hayvanların nüfus kaydını mı tutacağız” derler ama, ben İsviçre’de rastladım. Kuşların bile Fribourg’da ayaklarına “Fribourg şehrine aittir” diye yazılı bir not bırakıyorlardı. Vurulmasın avlanmasın diye… Ama diğer taraftan da Avrupa’da insafsızlıklar gördüm. Zaten Avrupa’da da hayvanlara yapılan zulüm çok; deney hayvanları olarak kullanılarak yapılıyor. Yine de hayvanseverlerin bilinciyle hayvanlar korunur hale geldi ama biz de bu durum hâlâ yok. Ben eski belediye başkanlarından Nurettin Sözen’in, ikiz kardeşimin arkadaşı olmasına güvenerek 1990 yılıydı galiba, galiba yeni dönmüştüm üniversiteye… Beraber Nurettin Sözen’le konuşmaya gidelim dediler. Hayvanları o sırada İstanbul Üniversitesi’nin bahçesinde tahta kıskaçlarla yakalayıp derhal arabaya atıp, Cerrahpaşa’daki Getam denilen yere ölüme götürüyorlardı. İşte bunların yapılmamasını rica etmek için gitmiştik. Bizi böyle biraz alaycı bir gülümsemeyle dinledikten sonra “Hatemi tebrik ederim, ben seni bu kadar hassas duyguların olduğunu bilmiyordum” dedi. Demek ki bu da alaymış. Ondan sonra hemen şu söz geldi ciddileşerek ve arkasındaki Atatürk resmine doğru kaykılarak, görüşme bitmişti vecizinden şu cümleyi yumurtladı: “Tıbbın geri kalmasına sebeb olabilecek bir şeyi yapmam, evet diyemem. Yani tıbbın ilerlemesi için bu hayvanların kesilip biçilmesi lazım.” İşte Hz Ali’nin zahiri hilafete biat yoluyla getirildiği sırada bir hutbe var; bir nevi hükümet programı ilanı gibi. Orada halka şunu hatırlatıyor: “Hayvanların ve çevrenin de haklarına riayet edin.” İşte böyle bir İslam anlayışıyla beraber olursa çok daha iyi olur. Bu bakımdan dolayı da bir “fetret devri” daha yaşamaya da devam ediyoruz.
9.) Sizce İstanbul’u en iyi anlatan şiir/şarkı/roman hangisidir?
Şiirler umumiyetle Yahya Kemal’in şiirleri olabilir. Bir de eski İstanbul’a dair çok güzel nostaljik duygular uyandıran kitaplar vardır. Osmanlı devrinde de şiirlere akseden çok güzel İstanbul görüntüleri vardır. Mesela Yahya Kemal’in bilhassa etkilendiği İstanbul şiirlerinde Nedim’in şiirleri vardır. İstanbul’un manevi hayatını gösteren kitaplar vardır. Mesela, Sultan Hamid devri İstanbul’unda tasavvuf ve tekkeye dair Server Revnakoğlu’nun kitabı vardır. Son zamanlarda çok kitaplar çıkmıştır. Büyükşehir Belediyesi’nin bir kuruluşu olduğunu düşündüğüm bir anonim şirketinin İstiklâl caddesinde tünele giden yolda onun birosu vardı. İşte onların hazırladığı “Eski İstanbul’a Dair” kitabı…
10.) Son olarak; İstanbul’un hangi döneminde olmak isterdiniz?
İstanbul’un binaları restore edilerek, nüfusu benim çocukluğumdaki gibi bir milyonu geçmeyecek şekilde olmasını isterdim.
11 ) Hüsrev Hatemi bir şiirinde “Anne! Yunus ne dediyse hep çıktı” diyor. Bu satırı okuyunca aklıma Yunusun dili gelir hep. Yunusun dilini kaybettik. Fuzuli’yi, Nabi’yi hatırlamıyoruz hatta anlamıyoruz. Kavram kargaşasını derinden yaşadığımız bir zamandayız aynı zamanda. Bu kadim kültürü nasıl tekrar yaşabiliriz?
Tabii aynı şekilde konuşmaya başlayamayız. Diller de ister istemez değişir. Biz şimdi eğer o devri tam aynı şekilde o devirdeki gibi özellikleriyle beraber kullanmaya çalışırsak “Hacivatlaşırız”, Karagözlerle karşılaşırız. Karagözler anlamaz Hacivatlar konuşur. Bunun için orta yolu bulmamız gerekiyor. Osmanlının son devrinde bilmem arılaştırma dönemi başlamadan önceki dili keşke muhafaza edebilseydik; ama bunun için de alfabemizi de değiştirmeseydik. Alfabe değişikliği dilde tabii bir kesintiye, buhrana yol açtı. Ne yapmamız lazım? Hiç olmazsa Öğretimin ilk beş yılından sonra okullara eski kitapları da okuyabilmek için eski alfabe öğretilmeli ve Osmanlıca öğretilmeli. Harf değişikliğinin çok etkisi oldu dilimize. Çoğu şeyleri ifade edemiyoruz. “Ka” mı denilecek yoksa “Ke” mi? Ve bunun gibi birçok problemler. “Başta dört tane nazarî soru olacak” dedim imtihanda talebelerime; baktım hiç kimse anlamamış. Müzakereden sonra birisi el kaldırıp “Nazarî” ne demek diye sordu. Ben de “Frenkçesini söylersem herkes anlayacak” dedim ve “Teorik” dedim. Anladılar. Maalesef eskilerle yeniler arasında bir uçurum doğdu bu dil meselesiyle. Ben de yeni sayılırım ama bizim zamanımızda hiç değilse “Nazarî” nedir diye sormazlardı. Ama şimdi Lise öğretmenlerine bile sorsan aynı durum.
Cumhuriyet devrinde bazı Frenkçe kelimeler güneş dil teorisine göre sözde Türkçe sayıldı. Zaten her dil Türkçeden çıkmadır diye… ama peki, Avrupa kelimelerini Türkçeden çıkma sayıyorsunuz… Demek ki bir Arap nefreti, hiç olmazsa bilinçsiz de olsa vardır. Hiç kimse Arapça kelimeleri Güneş Dil Teorisine göre Türkçeden geliyor diye yerlerinde kalsın demediler ama mesela o kelimeyi Moğolcadan Türkçe sayarak, küçüklüğümde okuduğumuz bir dergide hatırlıyorum: İki çocuk dayılarına “Dayıcığım bizi gezdirir misin” diyor. Dayının cevabı “Okay yavrum” oluyor. Çünkü “Okey”, Güneş Dil Teorisine göre Türkçeden gitmiştir. Hiç alakası yok aslında. Bunun üzerine de Aziz Nesin’in uydurduğunu zannettiğim şeyler bir müddet sonra yayıldı; işte Türkler düşmanı Avrupa boyunca kovalayıp, bugün Berlin’in bulunduğu yere yaklaştıkları zaman “Bre ulen, bre len” diye bağırıyorlardı. Bundan Berlin çıktı(!) Sonra tabii yine at sürmeye devam ettiler. Düşman önlerinden kaçıyordu, denizi de geçip İngiliz adasına çıktılar; orada da “Len dur ha, len dur ha” diye bağırırken Londra kelimesi doğdu(!) İşte sonra Amerika’ya geçtiler, şelalenin sesini duyunca “Ne yaygara” dediler ve Niagara oldu(!) Böyle çok uydurmalar uydurmalar yapılıyordu. Bir de Türkçeleştirme geldi bundan sonra. Güneş Dil Teorsinin modası geçti bu sefer de acayip terimlerle tam Türkçesini buldular. Moğolcadan kelimeler alındı. Kamutay gibi. Kamutay hiç değilse değişti ama Danıştay, Yargıtay yerleşti.
12.) Kedinizin isminin Taliban olduğunu öğrendim. Neden Taliban ismi? Kedilere olan muhabbetiniz nereden geliyor?
Taliban’dan Amerikan elçisi çok tedirgin olmuştu. Hürriyet Gazetesinde “Hatemiler evde Taliban besliyor” diye başlık atınca, Amerikan elçisi, sekreterine telefon edip “Gazetedeki bu haberi gördün mü, nasıl oluyor?” diye sormuştu. O da gülerek şöyle demişti: “Kedilerinin ismi öyleymiş.”
Bu kedinin ismi de bir şakadan doğdu. İran kedisiydi anneleri. Osmanlı hanedanının kedilerinden biriyle evlendiler. Beş yavrudan birisine, doğumundan bir hafta sonra dikkat ettim; diğerleri başlarını yere koyup, ayaklarını yere uzatarak uyuyorlar. Biri ise bir ayağını namazın teşehhüdünde durur gibi, bir ayağını da altına alıp kıvırarak secdede uyuyor. Ben de şaka olarak hanıma “Bu galiba İran kedisi diye Afgan kedisi karışmış araya, bu Taliban’a benziyor, çok kurallara riayet ederek yatıyor” dedim. Onun için bundan Taliban adı çıktı. Kız olduğunu da bilmiyorduk, muhafaza da ettik Taliban’ı. Hikayesi bu.
13.) Çeşitli şiirleriniz birçok dergilerde yayınlanmış. Şiir kitabınızdan ve o süreçten bahseder misiniz?
Dergilerde yayınlanmıştı ama ben bir de broşür gibi üç kitap şeklinde çıkartmıştım dağıtmak için. Bastırıp dosta dağıttım. Birisi Sinderella’ydı. O da tepkilere sebep oldu ismini “Sinderella” koydum diye: “Müslümanlar da artık Noel baba şiirleri yazmaya başladılar, putperestlik kokan şiirler” diye. Okumadan eleştiri yapıldı. Hâlbuki baksalar, Noel baba ismine rastlayamayacaklar. O zamanın bir İslam dergisinde böyle çok kötü bir yazı çıktı. Muhafazakâr görünen bir zat vardı. İsmini de çok garip kullanırdı. İbnü’t-tayyar Semahaddin Cem. Babası da yazardı o sıralarda. O da İbnü’r -rahmi Ali Tayyar diye yazardı. İşte İbnü’t-tayyar bana öyle hücum edince benim de hevesim kaçtı. O dergiye verdiğim şiirleri kestim. Ama daha önce o dergide Muhammed İkbal’in Cavid’e Hitab Mesnevisini Türkçeye çevirip manzum olarak yayımlamıştım. Sonra küçük broşür gibi kitap haline getirdim. Senelerce şiir kitabı bastırmadım. Zaten rağbet de olmadı. 1986’da İstanbul’da kederli günlerimde Almanya’da yazdığım şiirleri de koyarak “Beş Boyutlu İstanbul Baharı” diye bir kitap çıkarttım. Hepsini aruz vezniyle değil de aruza yakın vezin bulmaya çalışıp öyle yazdım. Ama baktım ki nesirler arası köprü büsbütün yıkılmış. Dili Türkçe baya, bir iki yerde herkesin bilmesi gereken devrin özelliklerini canlandırmak için eski kelime var. Edebiyat fakültesini bitirmiş yazar olan bir gence verdim kitapçığı. Açtı kitabı ve bir şiire baktı. Sonra “Aruzla galiba” dedi. Tabii bir Edebiyat mezununun “galiba” demesine şaşırarak “Evet aruzla, peki vezni nedir?” diye sordum. Bir de baktım; önce “Aruzla galiba” demesine “Evet” dediğim için gözlerinden gurur pırıltısı geçti: “Ben neler bilirim” diye. “Vezni nedir?” diye sorduğum zaman “Bize vezin öğretemediler, öğretemediklerini anlayınca onu bıraktılar” dedi. İşte bazı konularda Türkçe de bahsetseniz “Arapça gibi konuştun” diyorlar.
Naat şiirim var; Hz Peygamber hakkında aruzun alışılmış kalıbına benzemeyen bir tarzla yazıldı.
Prof. Dr. Hüseyin Hatemî Kimdir?
1939 yılında İstanbul’da doğan Hüseyin Hatemi, 1960 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olmuştur. 1960 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk kürsüsüne fahri asistan kadrosuyla atanmıştır. 1961 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk kürsüsü kadrosuna atanmıştır. 1968 yılında “İslam hukuku ile mukayeseli olarak vakıf kurma işleri” konulu tezle doktor unvanını, 1973 yılında “hukuka ve ahlâka aykırılık kavramı” üzerine yaptığı çalışmayla doçentlik unvanı, 1981 yılında “Medeni Hukukta tüzel kişilik” çalışmasıyla profesörlük unvanı almıştır.
Mayıs 1983’ten 1990’a kadar Üniversite dışında kalan Hatemî, aynı Fakülte’den emekli olmuşsa da öğretimine devam etmektedir.
1979’dan 1984’e kadar bilimsel inceleme-araştırma yapmak için Batı Almanya’da kalan Hatemî’nin İslam düşüncesi ve hukuk konusunda 40’a yakın telif ve çeviri kitabı bulunmaktadır. Prof. Dr. Hüseyin Hatemî, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk Ana Bilim Dalı’nda Kürsü Başkanı olarak halen görev yapmaktadır. Hatemî hoca evli ve bir çocuk babasıdır.
Eserleri:
1. Hukuk Devleti Arayışları
2. Şafak Yazıları Sevgi ve Küresel Namerdlik
3. Batılılaşma
4. Çağdaşlaşma Sorunu ve Toplum
5. İslâm Hukuku Dersleri
6. İnsanlık ve Sevgi Dini İslam
7. İlâhî Hikmette Kadın
8. Sis Yazıları
9. Medine Düşünceleri
10. İnsan Hakları Öğretisi
11. Cavid’e Hitab (M. İkbal’den)
12. Dine Karşı Din
13. Adl-i İlâhî;
14. İslam Felsefesi Tarihi
15. Evrenin Yatışmaz Yapısı
16. Şeytan Rivayetleri
17. Biz Hangi Dünyada Yaşıyoruz
18. Yol ve Surlar
19. İnsanın Dört Zindanı
20. Beş Boyutlu İstanbul Sonbaharı
21. Borçlar Hukuku
22. İslam Açısından Sosyalizm
23. Temel Kaynaklardan Yararlanmada Yöntem
24. Hikmet Arayışları
Röportaj – Fotoğraf
M Taha İnci
İstanbul Ajansı
Etiketler: Hatem'iyle İstanbulu konuştuk » HÜSEYİN HATEMİ’YLE İSTANBUL’U KONUŞTUK » İstanbul » İstanbul Ajansı » İstanbul Ticaret ÜHF » İstanbul Ticaret ÜHF Öğretim Üyesi » İstanbul'u konuştuk » Öğretim üyesi » Prof. Dr. Hüseyin Hatemî » röportaj
BENZER HABERLER